7 Eylül 2012 Cuma

Babamın "baba" olduğunu anladığım an....

Sıcak bunaltıyordu 1994 yılının baharında, henüz yaz gelmemişken, henüz vantilatör kurmayı düşünmüyorken oturma odalarına; geceleri uyumakta zorlanan ben, kendini hissettirmeye başlayan sıcaklar ve burnumdaki geniz eti sebebiyle daha bir nefes daralması daha bir buhran yaşıyordum o günlerde...

Orta okulumun en yaman dönemi; yaman çünkü bir yandan okulda oynayacağımız tiyatro(ki başroldeydim) diğer yandan da sınıf arkadaşım Cihan'la giriştiğim takdir - teşekkür yarışı beni iyiden iyiye bunaltmış, patlatma noktasına getirmişti...
Günlerce süren provalar, okulun konferans salonunda yankılanan seslere, derslerimdeki başarılı gidişat istemeden de olan ihmalime kurban gitmeye karıştı karışacak bir haldeydi...
Ve ben tüm bunların ortasında zihnimin en açık dönemlerini yaşarken adeta dünyanın merkezindeydim...Bir çok insan geliyor gidiyor karşıma, bir çok insan arkamdan konuşuyor('torpilli bu, tiyatro oyunu ayağına paso derslerden kaçıyor ve hiç bir öğretmen yoklama almıyor bundan' diye), bir sürü insan da bana manevi destek veriyor...
Tüm bu hengamenin ortasında gün sonunda eve geldiğimde açlıktan ölmüş bitap düşmüş olarak dolabın başında buluyordum kendimi...Keza o kadar popüler olmama karşılık cebimde beş kuruş olmadan günlerimi geçiriyorum, kuliste ağlayan palyaço misali gözyaşlarımı gece yattığım yastığa saklıyordum, serde güçlü olmak ve herşeyin üstesinden gelmek vardı bir kere...

Gözümün hiç birşey göremediği o günlerde kafamı kaldırıp okulun koridorundaki panoya bakışım ve panodaki "askeri liselere giriş sınavı için acele edin, son başvuru tarihi 15 nisan" ilanını görüşüm enteresan bir noktadır bu döngü içinde...
Bir anda hep özendiğim subay veya doktor kıyafetine bir ucundan girme fırsatının ayağıma geldiğini düşündüm ve heyecanlanıp o heyecanla müdürün odasına yöneldim...
Gerekli bilgi ve belgeleri aldıktan sonra postane yoluyla yapılacak başvuru için gittiğim postanede o günün fahiş fiyatı olan bir posta/pul bedeli olduğunu öğrenip kıçıma baka baka eve döndüğümü hatırlıyorum...
Günlerce tek kelime konuşmadım bizimkilerle...Onlarda benle..Yoğun olduğum için ses çıkarmıyorlardı bu durgunluğuma, zaten babamla aramızda yıllardır bir soğukluk bir uzaklık vardı, böyle zamanlarda benim için "beter ol" dediğini hissediyordum...Zevk alıyordu eminim bu halimden...

Sürenin bitmesine bir hafta kala Almanya'daki amcamdan bir mektup geldi eve...
‘Her yıl olduğu gibi yazın gelecek vik vik kafa şişirip, övünüp gidecek, onun haberini veriyor herhalde’ dediğim mektupta amcam, benim askeri sınavlara girişim için gerekli olan tüm bedelleri iki gün içinde babamın hesabına yatırabileceğini belirtmiş ve otobüs paramıza kadar(Bursa Işıklar Askeri Lisesi'ne giriş sınavıydı benimkisi) tüm masrafı ayarladığını yazmıştı...
Ev halkı bayram ettik adeta, bense okuldaki parlak durumuma bakıp kesin subay olurum düşüncesiyle heyecan ve mutlulukla yatmaya gittim ama uyuyamıyordum...Dediğim gibi burnumdaki geniz eti nefes darlığı yapıyor, sıcak bunaltıyor ve şimdi üstüne de sınav heyecanı eklenmiş beni iyice strese sokmuştu..

Okuldaki tiyatro faaliyetimiz sorunsuz bir şekilde yürümüş, plaket, kitap ve türlü hediyelerle yıl sonunu getirmiştim. gerçi son senemde takdiri bir puanla kaçırıp teşekkür almış ve Cihan'a sevinme payı vermiştim ama olsundu, 'nasıl olsa buralardan gideceğim artık, şu sınavı vereyim hayırlısıyla, o zaman hayat bana her türlü takdiri zaten verir' diyor; yavaş yavaş, erken kalk erken yat, spor yap, yemeğine dikkat et gibi askerlik elzemlerine uymaya çalışıyordum...

Sınava babamla gidecektim...Plan şuydu;
Samsun - Bursa otobüsü ile sınav sabahı Işıklar Askeri Lisesi'nde önce kayda, öğleden sonra da ilk spor - kondüsyon imtihanına gireceğim, geceyi babamla bir otelde geçirecek, diğer gün de yazılı sınava girerek gecesinde Eskişehir'e halamların yanına geçecek sonuçları oradan alıp(halam Eskişehir'de Askeri Hava Hastane'sinde memurdu) Samsun'a dönecektik...


Okulların kapanmasından yaklaşık bir ay sonra cevap mektubu ve davet kağıdı geldiğinde bizde son hazırlığımızı tamamladık, babam amcamın yolladığı parayı bankadan çekti, Ulusoy'dan biletlerimizi aldı ve akşam yirmi otobüsüyle Bursa'ya yola çıktık...Babam otobüste sigara üstüne sigara içerek ciğerlerimi mahvediyordu ama umrunda değildi...O bunu tatil olarak görüyordu, bense hayatımın dönüm noktasına çok başka düşler eşliğinde bakmaya çalışıyor, düşüncelerimin arasında kayboluyordum...Ölüm kalım bu demekti sanki...
Yol uzundu, yolculuk sıkıcı...ve bitti...İşte saat sabahın altısıydı, Bursa'daydık...1994 yılının temmuz ayının sıcağında, zihnimdeki terlemeler ve heyecanlar eşliğinde otobüsten indik..Uykusuzdum ve sessiz, ama yorgunluktan değil bu sessizliğim; babamla aram iyi değildi hiç ondan konuşmuyordum işte...

Kısa bir soruşturma ile otogardan liseye nasıl gideceğimizi öğrendik ve biraz koşturmaca biraz yorulmacayla liseye vardık...
Türk Sanat - Mimari Tarihi'nin en görkemli yapılarından olan bu okul bizi olanca asil duruşu, ciddi bakışlarıyla bir güzel süzdü ve ağaçlıklı yoldan bizi içeriye buyur etti...

Gün sınav günü, benim için tarihi bir gün...Babam hariç oraya gelen diğer tüm aileler içinde tarihi bir gündü eminim... Hepsi piknik malzemeleriyle gelmiş, tribünlerdeki yerlerini almışlar, sabahın o saatinde spor sınavını beklemeye koyulmuşlardı..
O an geldi ve babam yanımdan ayrılıp "haydi iyi şanslar" dileyip tribüne gitti...
Yalnız kaldım, bir başıma...
Elimde başvuru ve davet kağıtları, koyun gibi ordan oraya imzalatıp heyecanımı yenmeyi düşünüyordum...

Erken geldiğimiz için ilk yirmi içindeki kaydı yapılanların arasındaki yerimi alıp sıraya girdim, kaydımı yaptırdım, evraklarımı teslim ettim ve soyundum bekliyorum...

Vücutta bir eksiklik var mı diye bakıyor bize bir rütbeli, bir diğeri "ağzını aç" derken, bir başkası "çömelin kalkın", bir tanesi de"ayaklarınızı bir bot genişliğinde olacak şekilkde açın bakalım" dedi...
İlk yirmi kişi yanyana ve sadece külotla sıradaydık.Sanki mezbahane gibiydi, sırası gelen gidiyor...….

Önüne sıralandığımız duvarın tam karşısında sekiz kişiden oluşan seçici kurul oturmuş bir dosyalara bir bize bakıyorl, notlar alıp kulaktan kulağa konuşuyor ve "poker suratı" ifadesiyle hiç bir şey belli etmiyorlardı..İşte en gerildiğim an bu andı, çünkü az önce burnumdaki eti ve dolaysıyla burnumun yamukluğunu farketmeyen rütbeli bu sefer masaya oturmuş yedi kişiyle beraber bizleri tam karşıdan iyice süzüyor ve burnumda tam karşıdan bakılınca "kör müsün, yamuğum ben" diye bas bas bağırıyordu...

Üç beş dakika derken bu dakikalar uzamaya, sinirim bozulmaya ve tüm masanın gözleri de burnuma odaklanmaya başladı...
Sağımdaki ve solumdaki çocuklar birer ikişer spor salonuna gitmeye başladıklarında bende tam gitmeye yeltenmiştim ki masadaki kadın subay bana, "hey hey sen kal, biraz bekle" dedi.......

Benim için gün bitmiş, güneş batmıştı...Ürperdim, korktum, yaşına göre uzun boylu olan ben birden küçücük kaldım sanki...
Masadan kalkıp yanıma gelen bir rütbeli adam "az gel bakalım, masaya yaklaş" deyip koluma girip masaya yanaştırdı ve o anda diğer rütbelilerle birlikte homur homur konuşup "bu burunla olmaz, yamuk, nefes darlığı vardır, deviasyon mu o, şekil bozuk" gibisinden arı vızıltısına benzer seslerle kararlarını aldılar.İçlerinden biri beni kenara çekti ve aramızda şu diyalog geçti;

-Ee ismin neydi aslanım?
-Berati Titiz efendim ismim..
-Hımm…..Şimdi bak, burada vücut bütünlüğü bizim için ilk kriter.Şekil bozukuluğunu hiçbir şekilde kabul etmiyor askeriye ve seninde burnun yapı itibariyle uygun değil...
-Hı hı hı hı..İyi de, ben topçu olsam mesela, topu burnumla mı kullanacağım?
-Heh he, değil tabi ama seni eledik..Prosedür böyle.Haydi bakalım, üstünü giy, kendine iyi bak....

Dedi ve ayrıldı yanımdan...

Yıkıldım..Tek kelime, yıkıldım...Ağlamaya başladım, gözlerim patlamak üzereydi...Çok kötüydüm, çok kötü bir durumdu bu..Ne yapsam da acımı, üzüntümü dindirsem bilemedim...Çocukluk hayallerimden biri ve belki de en önemlisi darmadağındı.

Aklıma babama koşup sarılmak geldi ve üstümü giyer giymez tribüne, babamın yanına koştum; ağlayarak, sarılarak babamla konuşuyor dert yanıyordum...Babamın yüzüne bakamadım o esnada...Çünkü baksam da sallamayan bir ifadeyle bana bakacak ve sinirlerim iyice zıplayacak sanıyordum ki kafamı kollarının arasından kaldırıp yüzüne baktığımda o koca adamın gözlerinin dolduğunu gördüm...
"Bu fikir benimdi, amcandan ben para istedim, senin kayıt işlerini annenle beraber yaptık, kusura bakma" dediğinde dolan gözlerini gizlemek çabasıyla kafasını geriye çevirişini acıyla izledim...

Hakkında kafamda türlü hinlikler kurduğum adam, yani “babam” o cümlesini söylemek yerine beni öldürseydi daha iyiydi...

Utançla karışık yıkılmış hislerimle kala kaldım zaman içinde; dakikalar geçmek bilmedi sanki.Sanki doğduğumdan beri o tribünde oturuyormuşum gibi geldi bana; zaman dondu denir ya hah işte o tarif buydu…

Hayatımda ilk ve tek o zaman babamın "baba" olduğunu anlamıştım...Bir tek o zaman babamla karşılıklı ağlamıştım...Bir tek o zaman babamın yanında çocuk, babamda benim yanımda baba olmuştu...


Toprağı bol olsun...

Çocukluktan kalma vicdan azabım......

Orta 1'e yeni başlamışız.Sınıfta herkes yavaş yavaş birbirini tanımaya başlıyor.Yavaş yavaş erkek, ergenlik evrelerine geçişimiz gerçekleşmekte ve dünyaya daha başka bir gözle bakmaya ve algılamaya başlamaktayız haliyle..
Gerek orta okul atılganlığı ve gerek kendimizi tanımaya başlıyor oluşumuz sebebiyle ilk yıl bol serserilik, bol zayıf ve bol disiplin dertleriyle geçen yılımız olarak tarihteki yerini alıyor...
Araya yaz tatili giriyor; bu dönemde çalışma hayatının ağır eziciliği(evet ev geçindirmek zorundayız..tabi bu ayrı mevzu) ve bu ezicilikten kaynaklanan ağır bir kimlik bunalımıyla seyreden sessizlik, dinginlik ve ağır ruh hali omuzlarımıza çöküyor..İnsanları daha iyi tanıyor ve gözlemliyoruz...İçimizde heyecan ateşi sönmüş desek yeri midir, yeridir...

Orta 2'ye başlıyoruz eylül'ün ortaları...seneyi hatırlamakta zorlanıyorum…
Sınıfımızda Özlem adlı bir kız, daha o yaşlardan okul eteğini kısaltmış, sosyete ebeveyn ve çevresi sebebiyle hafiften makyaja başlamış ve rahat tavırlarıyla olağandan farklı bir hava çizmekte....Tabi sınıfın tüm erkek populasyonuda bu kızın farkında..Bende tabi...İçimizdeki ateş yeniden alevlenmiştir yani velhasıl....

Gel zaman git zaman sınıfta Özlem'e yazan tek erkek biz kalıyoruz, çünkü rakiplerimizi; derslerdeki başarılı notlarımız, entellektüel zekamız, okul içindeki sanatsal faaliyetlerdeki aktifliğimiz ve tüm öğretmen tayfasıyla kurduğumuz rahat diyalgolarımız sayesinde hem eziyor hem de eliyoruz...Ve bu bizde özgüven patlaması ve şımarıklığa yol açıyor...
Öyle ki, matematik için kopya yalvaranlarından tutun da, "yerine okulda nöbetçilik yapayım sen de bu arada benim kompozisyona yardım et" diyen sıra arkadaşlarımıza kadar herkes bir şekilde bize ulaşmakta ve çare aramaktalar bendenizden, bizse geyiğin adeta dibine vurmaktayız...

Aynı zamanda sınıfımızda Nevriye isimli oldukça bakımsız, konuşması doğudan göç etmesi sebebiyle bize göre biraz bozuk olan, güzel olmamakla beraber tarafımızca böcek gibi görülen ve değersiz addedilen bir kızda bize yazmakta, deli divane olmakta, bizle başbaşa kalıp içini dökmek için çırpınmakta, aksine bizde kızdan götüm götüm kaçmaktayız...Zira aklımız Özlem’de; aklımız çelinmiş işte...Ergenler bilir, sınıftaki bir kıza yakın olmak bambaşka bir şey....
Bu arada Özlem’ de bizim züğürtlüğümüzden adeta utanmakta, bizden uzak durmaya çalışmakta...Kaç-kovala...Nevriye bize, biz Özlem'e sonra hepimiz uşağa.....
Beden eğitimi salonunda kasa üzerinden takla atma sırasına girmişiz....Saatler sabahın 9 buçuğu...İlk iki ders beden...Günlerden Çarşamba...

Özgüvenimiz o kadar yüksek ve okulun gözbebeği olma sebebiyle o kadar götümüz kalkmış ki, önümüze gelene bir tekme edasıyla her şeyle dalga  geçiyor, yerin dibine sokuyoruz...Bokunu çıkarmışız anlayacağınız...
Nereden bilebilirdik ki Nevriye'nin; bu patlak tekerli yokuş aşşağı gidişe "dur" diyeceğini, aklımızın ucundan geçmez..Hem kim ki o allasen...

Takla atma sıramızda beklerken, herkes ip gibi dizilmişken, biz otla bokla dalga geçerken, beden salonunun camının kenarında daha önce bir çocuk tarafından bırakılımış pis sakızı elimize alıp sıranın başında olan Nevriye'ye uzatıp, "Nevriye al sana sakız aldım, çiğnersin" gevşekliğimize kızın verdiği "ben sakız çınnamam" cevabına karşılık olarak "o zaman kulakların çınnasın, huhahahaha" nidalarımızın ardından kızın elini yüzüne kapatıp dersi terketmesi ilk şoka uğrattı bizi...
Ama kendimize verdiğimiz "salla gitsin, iki ağlar düzelir" telkinimiz bir ara ruhumuzu rahatlattıysa da aklımızın kurcalanmasını engelleyemedi ve kızdan özür dilemeye karar verdik...

Lakin nasıl olacaktı bu iş...Daha önce sınıftaki kimseden özür dilememişiz, aksine herkesi dize getirmişiz aklımızca...
Yanına yaklaşır, "özür dilerim" der ve hızlıca uzaklaşırız diye düşünüp sabahın olmasını bekledik...
Sabah oldu, derslere girip çıkıp öğleni yaptık..Öğlen çıkışta Nevriye'ye yaklaşıp "özür dilerim" deyip uzaklaşmaya kalkıştık...O çelimsiz kız kolumuzu tuttu bir anda ve "ben seni çok seviyorum, az bak sana bir şey göstereceğim" deyip kenara çekti bizi okul bahçesinde ve elinde tuttuğu gül desenli kaplaması olan defterini gösterdi..............

Bizle ilgili aldığı notlar, ikimizin ismini kalp içinde betimleyen çizimleri, çiçekli, renkli silgi kokulu o ilkokul küçük boy çizgili defteri, kızın elinde kocaman oldu bir anda, üzerimize üzerimize geldi, hançerledi zihnimizi...Adeta tekme tokat dövdü bizi o sayfalar...

Eve giderken "boşver eve gitmeyi, al bir sigara yak otur şu çayır çimende, kimsin nesin bir bak kendine" dedik ve eve geç gittik o gün...

Ertesi gün haliyle yüzüne bakamadık Nevriye'nin...Sadece ertesi gün değil uzun süre konuşamadık kendisiyle...

Son darbeyi yıl sonunda yine kendisi vurdu...
Bir gün yaklaşıp, "boş ver artık, geçti, üzme kendini.Bende özür dilerim senden" dedi....
Sonrası sonsuz boşluk desek yanlış olmaz.....sonsuz........boşluk....

Şimdi ne zaman az şımarma moduna geçsek, az götümüz başımız oynamaya başlasa o günler gelir aklımıza ve garip bir şekilde sakinleşiriz...

İçimizden çıkaramadığımız bir garip çocuktur Nevriye....İçimizde büyümüş, ruhumuzu küçültümüş……………

Yırtık ayakkabı ve ters giyilmiş terlik...

Samsun Büyükşehir Belediyesi'nde garsonluk yapıyorum, sene 2002, sonbaharın yerini kışa bırakmaya başladığı uyuz-ayaz günlerden biri; belediye 5 katlı, çalıştığım çay ocağı ise zemin katta...
Zemin kattan asansörle yada kimi zaman koşa koşa 5. kata çay servisi yapmaya gidiyorum, boş bardakları topluyorum, hesaplarımı takip ve kontrol ediyorum...
Akvaryum gibi aslında; kapanıyoruz bir yere akşama kadar dön dolaş, bin türlü insan tipini ayrı ayrı dinle vs. vs..
Yani yorucu, yoğun günler..Ve o günlerin, herhangi birinin herhangi bir 
akşamı...
Akşam olmuş çay ocağını kapatma saati yaklaşmıştı...

5 garsonuz ve bu 5 garson hesaplarını toplamak için her akşam olduğu gibi katlarına çıkmıştı...Bende kendi katıma; 5. kata...Çünkü ben 5. kattan sorumluydum...Gidip hesaplarımı toplamalı, varsa boş bardaklarımı tepsime dizip çay ocağına inmeliydim...Ve evet çıktım 5. kata...İşlerim tıkırındaydı, herkes hesabını ödüyor, paraüstünü alıyor "iyi akşamlar dileyişiyordu" benle, birbirleriyle...Ancak paraüstü vermekten bende bozukluk kalmadı.
Her akşamın sorunudur bu...İsterse milyonlarca bozuğun olsada kata çıkarken, nasıl oluyorsa o bozukluk bitiyordu...Bitti...Yine....
Ve patronuma para bozdurmak için çay ocağına geri döndüm..Müşteri paraüstü bekliyordu zira; 5. kattan zemin kata indim, parayı bozdurdum, bir telaş yine asansöre yöneldim ki zaman kaybetmiyeyim.....Zaten yorgunum...Her gün 5 kat in 5 kat çık........

5. katta hali vakti yerinde bir memur vardı.Zengin mi zengin, iyi iniyetli mi iyi niyetli, cömert mi cömert biriydi...Yılmaz Bey'di....
O koşturmaca arasında farketmiştim ki Yılmaz Bey odasında oturuyordu....Çikolata kokulu sigarasını tüttürüp müzik dinliyor, bir yandanda camdan dışarı bakıyordu...Selamlaştık, iyi akşamlar "dileştik"...........
Para bozdurmak için inerken "allah allah herkes gitti bu adamın ne işi var burda hala" diyordum kendi kendime.......

Bozuklukları garson gömleğimin sol cebine koyduğum gibi asansörün önündeydim yine, geri çıkıp müşteriye paraüstünü vermek üzere.....
Asansör geldi..Kimse yoktu, şanslıydım; sevmem kalabalıkları çünkü....Hele asansörde iyice bunalırım..."İnsan basması" derim ben buna.Garip bir durum ve garip bir tabir benim için...
Boş asansöre bindim bir keyif; nerdeyse otomatik kapı kapanmak üzereydi ve tam ben 5. kat düğmesine basacaktım ki bir ses işittim: Abi, abi, asansör, abii.....

İnsan telaş yapıyor biraz..Resmi kurumdasınız ve herkes potansiyel müşteriniz, amiriniz, üstünüz gibi gizli bir hiyerarşi var aslında kimsenin görmediği ve "yemişim ben onu, götürmüyorum ona çay" derken bile kafadaki kurtlarla dans çoktan ses yükseltmiş oluyor senin bu dış sesine...
Bu bağlamda tereddüt yersizleşiyor düşünce ve duygu olarak, "buyur abi" likler başlıyor....
Aynı hissiyatla elimi hemen asansörün kapı fotoseline koydum ki kapı geri gitsin açılsın diye..Bir yandan da "kim şimdi bunlar, ne güzel koca gün bir boş asansör yakalamışım, uyuz tipler olmasa, keşke duymamış ayağına yatsaydım" şeklindeki düşüncelerimi diziyorum art arda...
Kısa bir bekleyişle seslenen kişilerin 6-7 yaşlarında, elma yanaklı, hınzır görünüşlü; giyiniş olarak birinin ayakkabısı yırtık, üzerinde gri ve kırmızı çizgili yün kazak, lacivert kadife pantolon(beli iple bağlanmış); diğerinin ise üstünde kısa küçük dar bir mont(belli ki birisi vermiş giyinsin diye), ayağında kumaş pantolon ve o soğuğa çocukça inat çıplak ayaklara ters giyilmiş terlik....Ters giyilmiş terlikler.....

Tokaları kopmak üzere olan terliklere bir an bakakaldım..

Çocukların hali iyice “üzücü” geldi gözüme…O çocuklar iyice “küçüldü” sanki….Asansör kabini büyüdü, dünya asansör kabinine sığdı resmen…
Tükürüğümün boğazımı kilitediğini hissettim….Çocuklar belli ki “sağlam garibanlar”……
Suratları yarı asık, yarı çocuk…..
Soğuktan çatlamış üşümüş ellerini ovuştura ovuştura, aynı zamanda bana ürkekçe bakarak asansör kabinine giriyorlar ve bir an önce asansöre 5. kata çık yönergesi vermemi bekliyorlar sanki.Sessizce…

Ne yapacağımı bilemedim açıkçası…Çocukları neşelendirmek için laf attım ve “nasılsınız gençler, hayırdır bu satte” dedim..O arada da asansörün 5. kat düğmesine basmak üzere elimi panele uzattım..
Çocuklardan biri-ayakkabıları yırtık olan- “5. Kata çıkcaz, Yılmaz Abi’nin yanına” dedi…
Asansör kabini hareket etti, sarsılarak çıkmaya başladı ve ben sendeledim bir an, boşta bulunmuşum galiba…
Halbu ki beni  sendeleten asansörün kabini değil, kafamda, zincirinden boşanmış olan dünyaydı apaçık…Yuvarlana yuvarlana, sağa sola çarpa çarpa üzerime gelmekteydi ve beni devirecekti besbelli…Tedirgin bakışlar ruhaltıma gizlendi, çocuklara neşeli bakmamı sağladı yeniden…Biraz buruk….
Kendimdeydim, olmalıydım..Yeniden çocuklara, bu sefer gözlerimi kaçırmaya çalışarak; “ne yapacaksınız Yılmaz Abi’nin yanında?” diye sordum(Mevkisi üzere ağırdı Yılmaz Bey’in konumu..Herkesi kabul edecek, odasında ağırlayacak gibi değildi yani.Şaşkınlık ve hayretle karışık bir soruydu işte bu)…
İlk konuşan sustu, başını önüne eğdi; terliklerini ters giymiş olan çocuk konuştu bu sefer, ağır bir hava vardı ses tonunda ve bakışı çakmak gibiydi; “Abi biz geçende onun ayakkabısını boyamıştıkta..Sever bizi…Ekmek parası vercek bize”………

Sustum…
Uzun uzun konuşan ben uzun uzun sustum.............

İndik hep beraber asansörden, belediyenin 5. katına gelmiştik…Ben paraüstünü verdim müşteriye ve koşup çocuklara baktım arkalarından…Yılmaz Abi’nin odasına girdiler, içim ferahlamış olarak tepsimi alıp başım önde zemin kata doğru inmeye başladım…Yürüyerek……

15-20 dakika içinde patronumla hesaplaştım, alacağı vereceği verdim ve günün son sigarasını yakmak için bahçeye çıkmak üzereyken asansörün kapısı açıldı yine…
Bu sefer daha bir heybetliydi sanki o kapı, ağır ağır açılan otomatik kapının ayakları sürttü raylarına, “dink” sesi daha tok geldi bu sefer…

Kim bu diye refleks olarak kafamı sol arkaya çevirdim ve üç kişi indi asansörden;
Yılmaz Bey ve o iki küçük “garip” çocuk…

Yüzleri gülüyordu bu sefer, sesleri çıkar olmuştu neşeyle….”Demek” ki dedim kendi kendime “demek ki boyama parasını almışlardı.Ayakkabıları olmayan çocuklar, ayakkabı boyama parasını almışlardı”……………